Augenblick: Kedinin Gözündeki Endişeden Doğmak
- Kemal Sütçü
- 8 Eyl
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 19 Eki
Augenblick benim çok sevdiğim bir kavram. Kierkegaard "zamanla ebediyetin kesiştiği yüzleşme anı" diye tanımlıyor. Ancak Heidegger’in tanımı bana daha çok hitap ediyor; zihnimde daha net bir karşılık buluyor.
Geçmiş, şimdi ve geleceğin çarpışarak tek bir anın içinde birleştiği; büyük bir kavrayışın, bir hakikatin açığa çıktığı otantik bir kesit.
Şu anda yaşadığım şeyin tam olarak böyle bir an olduğunu neredeyse biliyorum. Geçmiş, şimdi ve geleceğin birleşerek, her birinin içinde parçaları olan bir hakikati önüme koyduğu; benim de bunu kavramaktan başka seçeneğimin kalmadığı bir zaman diliminin merkezindeyim.
Bu zamanın sonrası tam görünmüyor. Geçenlerde Aycan ile aramızda şöyle bir konuşma geçti; Aycan'ın yanıtı o günden beri kafamda dönüp duruyor:
+Buraları atlatır ve geride bırakabilirsen (ki bunun olacağını neredeyse biliyorum), sen artık nasıl var olacaksın?
-Hiç bilmiyorum.
+Yeni bir sen olarak var olabilirsin ancak.
Bu zaman kesitinin ilk günleri nasıldı biliyor musun? Yanımda sadece benimle yaşayan bu 6 canlının olduğuna, beni anlamak için bir tek onların çabaladığına; duruşlarıyla, bakışlarıyla, hareketleriyle, yapabildikleri her şekilde beni hissettiklerini belli ettiklerine tanık olduğum günledi. Bu yaşadığım şeyin içinde yalnız olmadığımı, o altı yoldaşımla bu tuhaf zamanın her anını paylaştığımızı; her şeye karşı onlarla ilk kez bu kadar derinden ‘biz’ olup her şeye birlikte direndiğimizi, buradan hep beraber başka biri olarak, yeni bir varoluş ile çıkabilmek için olağanüstü bir çaba sarf ettiğimiz günlerdi. Kendilerince bana seslenişlerine, beni duyan o sessizliklere tanık olduğum; benimle kalmak için nasıl çabaladıklarına ve neler yapabildiklerine inanamadığım günlerdi. Burada bir kısmını göreceksin.
Lütfen bu videoyu sonuna kadar izle. Bu hem benim hem kedilerim için önemli.
Bazı dertleri sadece kediler hissedebiliyor, artık bundan da eminim. Kimsenin, hatta kendimin bile beni tam olarak anlamadığı, görmediği -dünyadan saklanmış olduğum bu dönemde- bir tek kedilerim benim halimi paylaştı. Bir tek onlar beni gördü. Sadece onlar beni hissetti.
İnsanlar anlamadı. Anlatamadım. Çoğu zaman anlamak da istemiyorlar zaten. İnsanlar anlamayınca hissedemiyor. Anlasalar bile çoğu zaman hissedemiyorlar.
Ama kedilerim beni gördüler. Yanımda oldular. Başımda nöbet tuttular. Dinlediler. Anlamak için ellerinden geleni yaptılar. Anlamasalar bile hissettiler. Benim halimi paylaştılar, içinde oldular. Yükümün ne olduğunu, ne kadar ağır olduğunu bile bilmeden, bunları sorgulamadan üstümden alabilecekleri kadarını almaya, paylaşmaya gönüllü oldular. Biz bu halin içinde beraber var olduk. "Yok olmak" ile sınanan o adamın yanına gelip “Hayır, yok değilsin. Bak, biz de varız. Hem de seninle beraber varız. Sen de varsın. Biz de varız” dediler. Hayata, herkese, dünyaya karşı benim yanımda durdular. Bu direnişi birlikte verdik. Buradan birlikte çıkıyoruz.
Bunlara dair yine Aycan (beni bir tek o görmüş sanırım):
Ne acayip... En zor günlerinde birçok kedinin yanında yalnızca sen vardın. En zor günlerinde senin yanında bir çok kedi vardı...
İnsanın hayatta kalabilmek için kendi özünden bir parçayı bir ömür boyu kendinden gizlemek zorunda kalması ne garipmiş. Üstelik neyi gizlediğini, neden gizlediğini bilmeden; ama içinde bir şeyin gizli olduğunu hep hissederek. O gizli parçanla karşılaşmaktan kaçamadığın bir an geldiğinde hayatın senin önüne koyduğu o gerçeğe sen öyle inatçı, kararlı, net bir “hayır, kabul etmiyorum” yanıtı vermişsin ki, kendin kalabilmeyi ve gerçek olabilmeyi o kadar istemişsin ki zihnin hemen, hiç direnmeden ve sana fark ettirmeden bir “mekanizma” yaratmış. Sana bu gerçeği ve her gün karşılaştığın pek çok şeyi unutturan bir “mekanizma”. Zihnin sana, senin için bir düzen kurmuş.
Bu zaman kesitinde defalarca, yaşadığım şeyi anlatabilen bir kelime, sıfat ya da kavram olmadığını fark ettim. Bak, yine öyle oluyor. Burada “gizlemek” diyorum ya, tam olarak öyle de değil biliyor musun? Daha çok “özündeki bir potansiyeli bastırmak”, “diğerlerinin gerçeğini gösteren bir ışığı söndürmek” gibi. Gerçek kalabilmek için. Var olabilmek için.
Yoksa sen orada bir şey olduğunu bilmiyor değilsin. Biliyor da değilsin. Bastırılan bir yanın, yapısı gereği gerçeğe ışık tutan parçası, ne zaman yanıp aydınlatsa o ışığı hemen söndüren bir şey var. Sen ise sadece bir ışık yanıp söndüğünün farkındasın. Işık neyi gösteriyor, nereden geliyor; bunları bilmiyorsun. Oraya bakmıyorsun. Bakmaman gerektiğini hissediyorsun. Gerçek kalabilmek için. Var olabilmek için.
Derken kendini öyle tuhaf bir olaylar silsilesi içinde buluyorsun ki, o mekanizma sürekli çalışmak zorunda kalıyor. Hani o ışık yalnızca bir başkasının görmediği, kendinden ve/veya başkalarından gizlediğin anlarda yanıyordu ya; işte şimdi o anlar bu silsilenin içinde peş peşe, neredeyse soluk aldırmadan geliyor ve ışık sürekli yanmak zorunda kalıyor. Bir şey/biri onu sürekli söndürmek zorunda. Mekanizma çalışıyor. O kadar sık yanıp sönüyor ki dönüp bakmaktan kaçamayacağın hale geliyorsun. Bir noktadan sonra ışığın yandığını hissetmekle kalmayıp gösterdiği şeyle de karşılaşıyorsun. Kısacık bir an. Artık görmüş oluyorsun. Yine de unutuyorsun. Devam ediyor. Daha sık yanıp sönüyor. Unutamamaya başlıyorsun. Yine de bilmemek istiyorsun. Bilmemen gerektiğinden eminsin. Çırpınıyorsun. Üstelik bu döngüyü kırmak da çok basit. Daha fazla gerçek gizlenmesin. Ya da birileri seni artık daha fazla gizlenmiş gerçeğinin içine sürüklemesin. Bu kadar basit olması, ona rağmen yapmaması seni daha da delirtiyor. Kaçmaya çalışıyorsun. Olmuyor. Sonra seni daha da derinlere sürüklüyor. Daha da yalnızsın. Daha da gizlisin.
Ait olmadığın bir yerde en ait olduklarınla, bu 6 yoldaşınla birliktesin. Onlar senin tarafında, diğer herkesin olduğu ama kimsenin görünmediği, seni görmediği bir karanlığa doğru haykırıyorsun: “Kabul etmiyorum”, “Biz bunu hak etmedik”. Direnmen gerekiyor. Direnmek için cesur olmalısın; senin yanında olan 6 kedini korumalısın. Bundan önce yaptığın her şeyi, mesela kurtardığın kedileri korumalısın. Bundan sonra yapacağın şeyleri, kurtaracağın kedileri korumalısın. Hayatta bundan önce dokunduğun yerleri, bundan sonra dokunacağın yerleri korumalısın. Kemal’i korumalısın.
Yine de ışığın söndüğü yerde neyi aydınlatmış olduğunu görmek istemiyorsun. “Oradan başlamayayım” diyorsun. Mecburen ışığın nereden açıldığına bakmaya gidiyorsun. O “mekanizmayı” görüyorsun. Artık kaçışın yok. Hem onu hem ışığın aydınlattığı her şeyi, kendini, diğerlerini görmek zorundasın. Geçmişe dair, şimdinin içinde, geleceğe doğru. Anlamaktan kaçamayacağın kadar keskin, parlak bir hakikatin açığa çıktığı an. Augenblick.
Kendini gördün. Gerçek olmak zorundasın. Bulduğun bu yeni ‘kendi’nin doğası, ‘gerçek’ dediğin şeylerin önünde büyük bir engel. Oysa onun işlevi gerçeği göstermek. En tuhafı, gerçeği açığa çıkaran tarafın, gerçeğin önündeki en büyük engel. Hem de özünün ayrılmaz bir parçası. Onu yok sayamazsın. Onu susturamazsın. Işığını söndüremezsin. Bastıramazsın. Unutamazsın. Çünkü her şeyden önce "sen" gerçek olmalısın. Peki diğerlerinin karşısında nasıl gerçek olacaksın? Bir yolu var mı?
Şimdi fark ediyorsun ki bugüne kadar bile sen, o ışık yandığında karşındakini, onun kendinde bastırdıklarını hep görüyormuşsun, okuyormuşsun. Zihninin kurduğu düzen o ışığı kapatana kadar olan o kısacık anda bile gördüklerin bilincine uğramadan senin en derinlerine içten içe akıyormuş. Biliyormuşsun bir nevi, ama bilincinde değil. Bilmeden bilmek gibi. Daha da kötüsü senin o gördüğünü fark etmediğin şeylerin; onun o bastırdığı şeylerin ağırlığını sen kendi içinde hep taşıyormuşsun. Sen hep sevdiğinin duygusal yükünü, taşıyamadıklarını sırtlanmışsın. Anlayamadıklarını hissetmişssin. Taşıman için anlaman gerekmemiş. Hissetmişsin ve yüklenmişsin. Tıpkı kedilerinin şimdi senin için yaptığı gibi. Anladıklarından çok daha fazlasını hissettiklerini, taşıdıklarını gördüğün o yoldaşların gibi. Zaten bu yüzden o canlılara "hiperempat" diyorlardı, değil mi? Artık kedileri neden bu kadar çok sevdiğini daha iyi anlıyorsun. Aslında onlara benziyormuşsun, bunu da anlamamışsın ama hissetmişsin. Hissetmen, bu kişi olmana; gücün yettiğince onlar için mücadele etmene, onlar için taşıyabildiğin kadarını taşımana fazlasıyla yetmiş. Sen de onlar gibiymişsin. O yüzden senin de isminin yanına "hiperempat" yazmışlar. Bundan utanmana gerek yok. Gördüğün gibi sen onları da bu yüzden seviyormuşsun zaten. Böyle olmak ve bunu bilmek senin kendini sevmene engel değil. Kendin olmana engel olmamalı.
26 yaşındayken birileri sana ne demişti, hatırlıyor musun?
“Belief that emotions should be perfect — fully controlled, logical, and appropriate.”
Hâlâ, “Bu durumda bunu hissetmem doğru değil” diyorsun. “Duygular doğru olmalı, gerçek olmalı, olması gerektiği gibi olmalı,” deyip duruyorsun.
Neden böyle olduğunu, çocukluğundaki hangi dinamiklerden kaynaklandığını da çok iyi biliyorsun. Ve itiraf et: Bu yönünü seviyorsun. Kendini tanımladığın, “ben buyum” dediğin yerlerden biri bu. Değiştirmek içinden gelmiyor çünkü bu tarafın, duyguları derinlemesine anlamanı, yoğun yaşamanı sağladı.
Bunlar, senin ‘anlam’ı tanımladığın yerler. Yaşamını daha dolu, daha derin ve anlamlı kıldı.
Ama öte yandan, bu özellik, seni o korktuğun şekilde “normal olmayan” biri yapan şeylerden de biri.
Şimdi asıl soru şu: Bu konuda ne yapacaksın?
Son günlerde bir sürü kişiyle görüştüm tabii ki. Bana ne olduğuna dair minicik bir özet bırakıyorum buraya. Bu yeni; beni anlamak istersen bu belki birazcık işine yarar:
"....presents with a cognitive profile marked by superior intellectual functioning, integrated with high emotional and social intelligence. This configuration contributes to a complex clinical presentation characterized by elevated psychological insight, heightened affective intensity, and pronounced self-awareness within an existential framework. Behavioral patterns suggest a high level of functional control, with traits indicative of overcontrol, emotional overmodulation, and a persistent internalization of distress."
Şimdi geldiğin bu yerde, artık insanları anladığını bilmek zorundasın. Eskiden anlamadan taşıyordun. Şimdi anlayarak, bilerek taşıyorsun.
Peki taşımak zorunda mısın?
Artık anlamaktan kaçışın yok gibi görünüyor.
Taşıyabilecek misin?
Anlamak istemediğine eminsin.
Peki taşımak istiyor musun?
Gördüklerinle ne yapacaksın?
Onları nereye koyacaksın?
Söyleyecek misin?
Söylersen ne olacak?
Söylemezsen nasıl samimi olacaksın?
Tüm bunlar birer eşik. Ve sen, bu eşiklerin tam üzerindesin.
Şimdi gerçek olmanın bir yolu var mı? Ne yapacaksın? Kim olacaksın?
İşte Aycan’ın cümlesi: “yeni bir sen olarak var olabilirsin ancak.”
Bir yol bulacağım. Biliyorum, bulacağım. Çünkü ben buralarda kalacağım. Kedilerimle birlikteyim, onlar nereye ben oraya. Ben nereye, onlar oraya. Bir yol bulacağız.
Belki anlatamayacağız. Belki dinlemeyecekler. Belki görmeyecekler. Ama biz buradayız. Bir yol bulacağız. Bulmak zorundayız.
Çünkü Kemal, sen bu zaman kesitinin içinde kabul etmediklerine, hak etmediklerine, birinin utancı uğruna yapabileceklerine, bir kedinin bakışında senin için duyduğu derin endişeye, bir diğerinin sen iyi ol diye başında gecelerce tuttuğu sessiz nöbete ve... Kendine, kim olduğuna, ne kadar güçlü bir şekilde var olduğuna, ne kadar direnebileceğine şahit oldun.
İşte bunlar buraya gelen yolda dinlediğim parçalar. Biri var ki Aycan’ın tabiriyle; “ben yazmışım gibi”. Gerçekten öyle. Çok bilindik sanırdım ama ben ilk kez bu kadar biliyorum. Bir kez de benim için dinle olur mu?
Bir derdim var, artık tutamam içimde
Gitsem nereye kadar?
Kalsam neye yarar?
Hiç anlatamadım, hiç anlamadılar
Herkes neden düşman?
Herkes neden düşman?
Unuttuk hepsini, Nuh'un nefesini
Gelme yanıma, sen başkasın, ben başka
Bak, bu son perde
Oyun yok bundan sonra
Işık yok, hiçbir şey yok
Yok, yok, yok

_edited_edited.png)