Spanda स्पन्द.
- Kemal Sütçü
- 14 Eki
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 saat önce
Bir başkasının titreşimlerini uzaktan bu kadar net hissetmek çok tuhaf. Aslında eskiden de içinde olduğumu şimdi fark ettiğim bu hâli, bu kez tamamen açık bir bilinçle ve şeffaf bir kalple yeniden keşfediyorum.
Hissettiğim titreşimlerin bu kadar gerçek olması — ne yalan söyleyeyim — beni biraz ürpertiyor.Zaman zaman gerçekliğini bile sorguluyorum. Ama tarif etmeye çalıştığım bu şey tam olarak spiritüel bir yerden gelmiyor; çünkü içinde canlı bir bilinç ve onu derinden tanıma hâli barındırıyor. Bu yüzden “delirmiş olabileceğim” endişesine götürmüyor.
“Titreşim” deyince aklınızda muhtemelen saf bir hissetme hâli canlanıyordur; ama öyle değil. Bilinç ve onu derinden tanıma hâlini kastederken, gelen titreşimi bunlarla yorumlayabildiğimi, bunlar sayesinde anlamlandırabildiğimi söylemiyorum. Elbette işin bu yönü de var; ama burada düşüncenin, bilincin, onu derinden tanımanın asıl işlevi o titreşimin oluşmasını sağlamak. Titreşim sadece bir histen değil; hislerle düşüncelerin birleşip oluşturduğu büyük ve net bir kapsama alanından geliyor. Sanırım “üstün yetenekli” bir hiperempat olmasam bu titreşimler oluşmazdı. Bilmiyorum, anlatabildim mi? Sanırım pek iyi anlatamadım.
Fakat ondan gelen titreşimlerin kaynağı, onun ruhu. Ruh “hâli” değil; ruhunun kendisi. Kendisine bir ömür eşlik edecek benliğinden geliyor bu titreşimler. Benim uzaktan yalnızca bir titreşim olarak hissedebildiğim ve geçici hâlime sızabilen her şeyi, o kendi kalıcı ruhunun tam içinde büyük bir sarsıntı olarak yaşıyor.
Titreşimlerini hissettiğim o sarsıntıyı tarif etmeye çalışayım: Tuhaf. Bu kadar yıkıcı olan bir sarsıntı tamamen sessiz. Aralıksız bir yıkıma sebep oluyor, ama yarattığı yıkım da sessiz. Hatta o sarsıntıyı da, yarattığı yıkımı da neredeyse “nazik” diye tanımlayabilirim. Nazik, sessiz bir sarsıntı. Nazik, incelikli, görülmeyen, duyulmayan bir yıkım. Yıkılan şeyler bir anda çökmüyor; yavaş yavaş süzülüyorlar. Kulağa çok ürpertici gelmese bu yıkımı neredeyse “estetik”, “güzel” diye tanımlayacağım. Onunla uyumlu bir görüntü bu. Burada ironi yapmıyorum; yıkımı onun kendisi gibi güzel, duru. Şaka değil, kinaye değil. Güzel, duru ve sessiz biri değil mi gerçekten? Ben hâlâ öyle düşünüyorum.
Ağladığını hissediyorum. Neredeyse buradan duyuluyor. Oysa çok sessiz; genelde bir örtünün altında ya da başka bir karanlıkta. Kimsenin olmadığı bir odada; o odada olmayan “hiç kimse” bile, odanın boşluğu bile duymasın istiyor. Gözyaşları tane tane, teker teker süzülüyor.
Bu kadar ağır, devasa, engelleyemediği şekilde içine yayılan ve dibe çöken o suçluluğu tek başına, kimse görmeden bir ömür taşımak zorunda olacağını bilmek beni mahvediyor. Bunlar onun tek başına kaldıramayacağı kadar ağır. Şu anda bile kaldıramıyor. “Bir ömür bunu nasıl taşıyacak? Bu nasıl olur? Kendine bunu nasıl yapar?” diye dizlerimi dövüyorum. Hâlâ önünü kesmiyor olması beni kahrediyor.
Benim zaten çok yorucu olan ruh hâlimde, tonlarca ağırlıktaki kendime ek olarak bir de onu, her geçen dakikada biraz daha ağırlaşan ruhunu taşımak beni de zorluyor. “Keşke gelse, kendi hayatını da bir nebze kurtarsa; bir yerden dönse; ben de bu hâldeyken bir de onu taşımak zorunda kalmasam. Ne gerek var buna?” diye yakınırken buluyorum kendimi.
Çok ağır. Nasıl taşıyacak? Onu hâlâ taşıyarak ben bu cendereden nasıl çıkacağım?
Çok ağır. Bunu taşıyamaz.
Onun bir hayatı nasıl olacak? Ben nasıl taşıyacağım?
Nasıl taşımayacağım?
Bu sorulara ne gerek var?
Ne gerek var?

_edited_edited.png)